Araçlar önümden hızla akıyordu, gözlerim en öndeki aracın dönen tekerlerine takılmıştı… Sabahın alaca karanlığında yine yollara düşmüştük. Mevsim ne kadar kış olsa da artık çiçekler, böcekler, birer birer kendilerini topraktan dışarı atmaya başlamıştı.
Doğayla randevusu olan bizler de aracımızda “ Günaydın”, “Merhaba” eşliğinde yerimizi alıyorduk. Neşeli, gülen yüzler ve bununla beraber uyumaya çalışan gözlerle birbirimize bakıyorduk, ta ki feribota kadar. Nereye mi gidiyoruz? Türküsüyle eskilerden aklımızda kalan sepetleriiyle meşhur bir yere Karamürsel’e… Karamürsel, denize kıyısı olan eski bir yerleşim yeri. İlçe adını Kaptan-ı Derya Kara Mürsel’den alıyor.
Biz de Karamürsel İlçesi’nin Osmaniye köyünden, Baş Değirmen Köyü’ne ulaşmayı hedefliyoruz. Feribota geldiğimizde hava aydınlanmıştı. Gökyüzünde bizi takip eden bulutlar hala bizimleydi ve her an hazır olun diyordu, ıslanmaya… Hazırdık yağmura, çamura.
Kahvaltı yaptıktan sonra uyku mahmurluğu gitmiş, çay, kahve keyfiyle de neşemiz yerine gelmişti. Doğanın içine adım atmaya hazırdık. Suyun üzerindeki kısa yolculuğumuz da bitmişti. Aracımız Karamürsel içinden geçip, yılan gibi kıvrılarak bir saat içinde Osmaniye Köyü’ne ulaştığımızda saatimiz 10.30’u gösteriyordu. Son hazırlıklarımızı yapıyorduk, ama bu arada yağmur da şiddetini artırıyordu. Bugün bizimle doğa yürüyüşü yapacak çok genç bir konuğumuz var. Onun kadar bizde heyecanlıyız doğada olmaktan. Yağmur hız kesince adımlarımız rotamız üzerinde harekete başlıyor…
Sağ tarafımızda akan dere, adeta adımlarımızın sesini bastırıyor. Yağmurun azalmasını fırsat bilen minik kuşlar da ağaçların arasından ötüşüyordu. Kuşları saygıyla selamlayarak, adımlarımızı doğanın sessizliğine bırakıyoruz. Bir süre yükseldikten sonra, rüzgârdan korunaklı olan ağaçların arasında, kahve molamızı veriyoruz. Sıcak içecek molasından sonra rüzgâr bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze, bu yüzden adımlarımız daha da hızlanıyor, bir yandan rüzgâr bir yandan tepemizden hiç ayrılmayan bulutlar eşliğinde yürüyoruz. Hava denizanası gibi bir açılıyor bir kapanıyordu. Bulutlar ve yağmur biraz izin verdiğinde saat 13.00’e geliyordu, ama biz de rotanın yarısını tamamlıyoruz. Dinlenme zamanı geliyor. Ocağımız yanıyor. Sıcak çay ve kahve eşliğinde yiyeceklerimizi yiyoruz, ne zaman ki yağmur damlaları başlıyor, hava toplanmamız gerektiğini söylüyor bize…
Yağmurun ardından güneşin yüzünü göstermesiyle beraber bahar havasını tekrar yaşıyoruz, ağaçların üzerindeki ve topraktaki yeşil fark edilir şekilde kendini gösteriyor, çiçek filizlerinin topraktan dışarı çıktığını görebiliyorduk. Ormanın içindeydik artık, yeteri kadar yükselmiştik. İnişler başlamıştı, eğimi az olan yerleri tercih ediyorduk ve yağmurdan ötürü çamurlu ve kaygan patikalardan dikkatle iniyoruz. Parkurun en önemli kısmı olan dereye varmamıştık henüz. Meraklanıyorduk acaba nasıl? Dere yükseldi mi?
Herhalde doğa bir fırsat tanıyacaktı dereyi geçmek için, bulutlar kızmış olacaklar ki gök gürültüsüyle birlikte şimşekler çakıyordu arkamızdan. Evet, son inişimizi tamamlıyorduk, en genç konuğumuz, cesur Efe bizi motive ediyordu, dikkatli inmemiz için…
Nihayet dereye varmıştık ama nereden geçecektik ve nasıl geçecektik, suyun debisi artmıştı. Dere biraz daha yükselmişti. Derenin en yakın iki yakası ve ağaç olan bölümünden sabit ip emniyeti alarak geçmek en uygun yöntemdi. Ancak su serindi ve dere içinde bekleme yapmadan geçmek gerekiyordu. Ayakkabılarımızı çıkartıp, ellerimiz ipte, çıplak ayakla suyun içinden geçiyorduk sırayla… Karşı kıyıya geçenin yüzü gülüyordu. Son kişi de geçişini tamamladığında saat 17.00’ ye geliyordu. Parkuru nerdeyse bitirmiştik. Son birkaç yüz metresi kalmıştı Alabalık tesislerine varmaya…
Tekerlek dönüyordu hala…